Türkiye’de halkçılık düşüncesinin tarihselliği

Burak Cop

Türkiye’de halkçılık düşüncesinin tarihselliği

Türkiye’de halkçılık düşüncesinin tarihselliği

Burak Cop

Politikyol.Com , 27 Mayıs 2016

Halkçılık Türkiye’de çok söylenen ama az bilinen kavramlardan biri. CHP’nin meşhur 6 ilkesinden biri, ancak düşünsel kökeni Batı’daki 19. Yüzyıl sonu – 20. Yüzyıl başı solidarizm düşüncesine, hem de aynı dönemde Rusya’da yükselip sönen Narodnik akımına dayanıyor.

CHP’nin altı oku 1931 yılında formüle edildi. CHP’nin 1931 Kongresi’nde kabul edildiği şekliyle halkçılık ilkesinin ne anlama geldiğine birazdan değineceğim. Şimdilik girizgâha devam edelim.

CHP’nin altı oku esas olarak pragmatiktir, zamana göre içeriği güncellenebilir niteliktedir. Bunun böyle olduğu tecrübeyle sabit, zaten aksi söz konusu olsaydı 93 yıl önce kurulan bir parti bugün hâlâ böylesine etkin olamazdı.

Tek Parti dönemi CHP’sinin derdi kısaca etnik ve dilsel farklılıkları aşan homojen bir ulus-devlet kurmak, sermaye birikimini sağlayarak ulusal bir burjuvazi “yetiştirmek”, düzenli seçimlerin gerçekleştiği parlamenter bir rejim tesis etmek ve barışçıl bir dış politikaya dayalı biçimde Türk ulusunu Batılı uluslar ailesinin bir üyesi yapmaktı. Tam da bu sebepten ötürü, Feroz Ahmad’ın ifadesiyle altı ok “yorumları akıcı ve pragmatik kaldı; büyüyen burjuvazinin ihtiyaçlarına göre değişti”.

Bu açıdan bakıldığında, 71 yıldır çok partili hayatın kesintisiz sürdüğü (1980-83 hariç) ve 66 yıldır CHP’nin bir gün bile tek başına iktidara gelemediği koşullarda, altı okun günümüzde 1931’deki içeriğiyle savunulması gibi bir düşüncenin hiçbir anlamı olamaz. Aynı şekilde, günümüz CHP’sinin ve hatta Atatürkçülüğünün de 1931 yılındaki vizyona sahip olduğunu ileri sürmek, eleştiri nitelemesini bile hak etmeyen ucuz bir demagojiden başka bir şey değildir.

Altı okun işlevindeki pragmatizm bu ilkelerin dönemsel kullanımlarına da yansıdı. Laiklik, siyasal İslam’ın 1990’lardaki yükselişiyle birlikte moderniteyi benimseyenler ve modern değerleri savunanlarca ön plana çıkarıldı. Günümüzde ise laikliğe ek olarak cumhuriyetçilik dahi bir savunma mevzisine dönüşmüş durumda. Siyasal İslam’ın ilerlediği ve modernitenin gerilediği noktaya dair çarpıcı bir gösterge.

1970’lerin siyasal ortamında ise cumhuriyetçilik ve laiklik gündem maddesi değillerdi. Altı ilkeden, özellikle CHP çevrelerinde gündemde olan, halkçılıktı. Bu, 60’ların ortasından itibaren Türkiye’de sosyalist solun ve sendikal hareketin güçlü olduğu, dünyada da sol/devrimci rüzgârların güçlü estiği bir dönemin gerçekliğiydi. Bülent Ecevit kitlelerce “Halkçı Ecevit” diye benimsenmiş, söz konusu dönemin sona erdiği bir sırada 12 Eylül rejiminin icazetiyle kurulan ve CHP tabanını hedefleyen partiye bile Halkçı Parti adı verilmişti.

Halkçılığın “resmi” tanımı

Peki resmileştirilmiş haliyle halkçılığın tanımı neydi? Mayıs 1931’de kabul olunan Cumhuriyet Halk Fırkası programında halkçılık ilkesi şöyle açıklanır:

“İrade ve hakimiyetin kaynağı millettir. Bu irade ve hakimiyetin, devletin vatandaşa ve vatandaşın devlete karşılıklı vazifelerinin hakkiyle ifasını (yerine getirilmesini) tanzim (düzenleme) yolunda kullanılması Fırkaca büyük esastır. Kanunlar önünde mutlak bir müsavat (eşitlik) kabul eden ve hiç bir ferde, hiç bir aileye, hiç bir sınıfa, hiç bir cemaate imtiyaz tanımayan fertleri halktan ve halkçı kabul ederiz.”

Metne düz bakıldığında halkçılık; egemenliğin ulusa ait olduğunun vurgulanması, Fransız Devrimi’ndeki gibi kimi doğuştan gelen toplumsal ayrıcalıkların kaldırılarak eşit yurttaşlığın hayata geçirilme iradesi, devletin kutsallaştırılmayarak yurttaş ve devletin karşılıklı ödevlerinin olduğunun belirtilmesidir.

Mete Tunçay’ın ifadesiyle altı oktaki halkçılık ilkesi “Büyük Fransız Devrimi düşününe özgü bir anti-monarşizm ve statü ayrıcalıklarına düşmanlık anlamına” gelir.

Tunçay ayrıca halkçılığın sınıfları ve sınıf çatışmasını yadsıyarak meslekler ve sosyal katmanlar arasındaki dayanışmaya bel bağladığını tespit edip demokrasinin her türüne aykırı düştüğünü iddia eder. Hatta cumhuriyetin ilk yıllarında laiklik ve halkçılığın birbirleriyle çatışan ilkeler olduğunu öne sürüp laikliğin “demokrasiye aykırı düştüğünü ve halk kitlelerinin Cumhuriyet yönetiminden yabancılaşmasına yol açtığını” savunur.

Tunçay’a göre “Kemalist laiklik halkçılıktan öylesine uzaklaşmıştır ki”, bir sağcı yazarın şu sözlerine hak vermekten kendini alamamaktadır: “Bir taraftan ‘Halkçılık’ iddia ediyorlar, diğer taraftan halkı, gittiği yolu takdirden aciz, şaşkın bir kuru kalabalıktan ibaret sayıyorlar”. O sağcı yazar bu görüşü 1977’de çıkan bir kitabında yazmıştır. Neredeyse 40 yıl önceki satırlardan günümüzün AKP söylemi tınlamaktadır.

Sol liberal eleştiri

Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetimi’nin Kurulması adlı önemli eserinde yer verdiği ve halkçılıkla laikliği çatışan ilkeler, laikliği ise en hafif tabirle gereksiz bir ilke olarak tanımlayan görüşlerini ilkin 22-24 Aralık 1978’de düzenlenen bir sempozyumda dile getirir. Tam da Maraş Katliamı’nın olduğu günlerde yani. Kaderin cilvesi!

Peki İslamcı akımda bir demokratikleşme öznesi gören (sol) liberal düşüncenin öncü teorisyeni payesini verebileceğimiz Tunçay görüşlerinde haklı mıdır?

İlk kısmında evet; yani anti-monarşizm, ayrıcalık düşmanlığı ve sınıf çatışmasını yadsıyıp onun yerine meslekler arası dayanışmayı önermek konusunda.

Halkçılık takvimler 1931 yılını gösterirken bir anda uydurulmuş bir ilke değil. Cumhuriyet Türkiye’sine İkinci Meşrutiyet döneminden aktarıldı. Hem İttihat ve Terakki hem de Cumhuriyet döneminde etkin olan halkçılık düşüncesi iki temel kaynaktan beslenir.

Bunlardan ilki 19. Yüzyıl sonundaki Çarlık karşıtı Rus orta sınıf devrimci hareketi Narodniklerdir. Marksist olmayan bir tür sosyalizmi savunan Narodnik akımı 20. Yüzyıl’a gelindiğinde etkisini yitirir. Osmanlı Türklerine deyim yerindeyse Türk milliyetçiliğini öğreten Rusya kökenli Türkî aydınlar, Rus üniversitelerindeki öğrenimleri sırasında tanıştıkları Narodniklerden etkilenip onların görüşlerini de Türkiye’ye taşır.

Narodnikler “halka gitmeyi”, halkı bilinçlendirmeyi, ancak bunu yaparken de halkın öz değerlerine sahip çıkmayı önemserler. Toplumsal kurtuluşun nüvesi halkın “kendi” değerlerindedir. Narodniklerin başlıca sloganı olan “Halka Doğru”, 1913-14 yıllarında İttihatçılar tarafından yayımlanan bir derginin de adı olacaktır. Niyazi Berkes’e göre Rus halkçılığı, yani Narodnizm Türk düşünce hayatına üç koldan nüfuz etmiştir: Balkan, özellikle de Bulgar aydınları yoluyla, Rusya’dan gelen Müslüman aydınlar kanalıyla ve Narodnizmin güçlü etkisi altındaki Ermeni devrimci hareketi Hınçaklar vasıtası ile.

Meşrutiyetten cumhuriyete halkçılığın dayandığı asıl damar ise Ziya Gökalp’in etkilendiği Durkheim sosyolojisi ve Gökalp’in Fransız solidarist düşüncesini Türkiye’ye taşımasıdır. Sınıf çatışmasının reddedilerek onun yerine meslekler arası dayanışmanın konulması fikri Fransız solidarizminde çok belirgindir ve Gökalp’in 1918’de yazdığı şu satırlarda da net biçimde ifade edilir: “Halkçılığın gayesi, tabaka ve sınıf farklarını kaldırarak, cemiyetin birbirinden farklı zümrelerini, yalnız işbölümünün doğurduğu meslek zümrelerine hasretmektedir. Yani halkçılık, felsefesini bu düstûrda icmal eder: Sınıf yok meslek var!”

Fransız solidarizmi ve Türk halkçılığı

Zafer Toprak, Fransız solidarizminin “1908 ertesi Türkiye’sinde hâkim ideoloji olmaya yöneldiğine” dikkat çeker. Solidaristlere göre liberalizm adaleti, sosyalizm ise özgürlüğü yadsımaktadır. Solidarizm bu iki akımı uzlaştırmayı hedefler.

1900’lerin başlarından 1. Dünya Savaşı patlak verene kadar Fransa’da egemen olan Radikal Parti’nin ideolojisi olan solidarizm, girişim ve mülkiyet özgürlüğünü korur ancak ekonomide devlet müdahaleciliğinden yanadır. Sınıf dayanışmasını hedefler. Laik eğitimi savunur. Toplumsal barıştan yanadır. Solidaristler genelde sosyalistlere dostça yaklaşmışlar, ancak sosyalizmin toplumsal değişim hedefini paylaşmamışlardır. Sosyal adaletten yanadırlar ama toplumsal eşitsizliğin kaynağına inmezler.

Zafer Toprak’a göre Meşrutiyet halkçılığı ulusal bağımsızlıktan yanadır ve kapitülasyonların kaldırılması bu açıdan bir zorunluluktur. Aynı zamanda liberal iktisat reçetelerine karşı devlet müdahaleciliğini önerir ve sınıf çatışmasına son verecek olan mesleki temelde bir örgütlenmeyi toplumda hâkim kılmak ister. Birbirleriyle çelişen sınıflar kalkıp da onların yerini meslek zümreleri alınca “sosyal Darvinizm” son bulacaktır.

Gelelim günümüze. Halkçılık hoş ama nostaljik bir ilke mi, yoksa ona 2016 koşullarında işlerlik kazandırılabilir mi?

Elbette ki günümüzde ne Narodniklerin ya da Fransız Radikallerin yüz yılı aşkın bir süre önceki, ne de Ziya Gökalp’in yahut 1930’lar Kemalizm’inin halkçılığı geçerli olabilir. Mesleki temsile dayalı bir toplumsal düzen; kapitalist üretim ilişkilerinin tamamen egemen olduğu, burjuvazinin devletin kanatları altından çıkarak git gide devletin ekonomideki etki alanını yok ettiği, çok partili siyasal yaşamın kökleşip farklı partilerin farklı sınıfların (da) temsilcisi olduğu bir ortamda elbette söz konusu olamaz.

Türkiye’de 1945’ten beri çok partili bir düzen var. Z.Toprak’ın deyişiyle “1946 sonrası Cumhuriyet Türkiyesi entelektüel eksenli bir popülist evreyi sonlandırdı; demokrasi çatısı altında, günlük siyasette, tabana yönelik söylemi ön plana çıkaran ve kitlelere seslenen popülist bir çizgiyi benimsedi”. Burada popülizm, halkçılığın Batı dillerindeki karşılığı olarak kullanılıyor. Ve günlük siyaseti belirleyen, toplumun günlük ihtiyaçlarına hitap eden bir popülizm de, sözcüğün Türkçe’deki yaygın kullanımıyla, yani demagojik bir “halka yaranmacılık”la ister istemez örtüşüyor.

Halkçılığın güncelliği

Ancak yine de Meşrutiyet’in ve erken dönem Kemalizm’inin halkçılığının bugün için işlevselleştirilebileceğini düşünüyorum. Tarihsel seyir bunu mümkün, hatta zorunlu kılıyor.

Kemalizm’i de etkileyen Fransız solidarizminin güçlü olduğu dönemde dünya sosyal demokrat hareketinde devrimci-reformcu ayrımı henüz bir ayrışma ile sonuçlanmamıştı. Bolşevik Devrimi’yle beraber ayrışma gerçekleşti, devrimci çizgi kendisine komünist derken reformcu çizgi sosyal demokrat adıyla devam etti. 1945’ten sonra da sosyal demokrasi Marksist köklerinden tamamen uzaklaştı.

Salt işçi sınıfına dayanmak yerine daha geniş toplumsal kesimlere dayanma arayışı ve sınıf uzlaşmacılığı 1945 sonrası Avrupa sosyal demokrasisinde git gide egemen oldu. İlginç bir şekilde, sosyal demokrasi farklı bir güzergâh izleyerek neticede solidarizmin dediği yere geldi.

Türkiye’de izlenen güzergâhlar da her şeyi yerli yerine oturttu diyebiliriz. Türkiye’de sol (komünist ve devrimci akımları saymazsak) CHP’nin içinden çıktı. Belki halkçı temellerindeki yatkınlığın da payıyla, CHP 60’ların ortasında sola açılmaya başladı. 70’li yıllarda Gökalp’in tasavvur ettiğinden çok farklı bir toplum; devletten (ve sermayeden) bağımsız bir örgütlenmeyle donanmış bir halk ve üçte bir oranında sendikalı bir işçi sınıfı söz konusuydu. Ecevit’in CHP’si en güçlü olduğu dönemde sırtını demokratik kitle örgütlerine ve sendikalara dayadı.

Peki Kemalist halkçılığa karşı liberal ekonomi, girişim özgürlüğü ve devlete sınırlı bir rol şiarıyla muhalefet eden çizgiden ne çıktı? İlk yıllarında, özgürlükleri geliştirmeyi vaat eden söylemiyle Demokrat Parti neredeyse CHP’nin solunda gibiydi. 50’lerin sonuna dek iki parti arasındaki ideolojik farklar belirsizdi. Ancak sanayileşme ve kapitalist ekonominin gelişmesiyle beraber toplumda Batı’daki gibi bir sınıflaşma belirince, kökü Serbest Fırka’ya dayanan siyasi çizgi kendini ideolojik olarak sağda konumlandırdı.

Halkçılık gururla sahiplenilecek bir mirastır. Üstelik günümüzde en temel ve en yalın haliyle halkçılığa ihtiyacımız var. Toplumdaki statü farklarına, fiili ayrıcalıklara karşı eşit yurttaşlık mücadelesi verme zorunluluğu belki ilerici güçlerin gerilediği noktayı göstermesi bakımından moral bozucu, ancak buradan büyük bir toplumsal-siyasal derleniş çıkarmak da mümkün.

AKP’nin kurgusal ve demagojik “millet”inin karşısına, gücünü hayattan alan ve somut bir “halk”la çıkmak demokrasiyi kurtarmanın tek yoludur.

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.