Yeni bir barbarlık çağının şafağında
Burak Cop
BirGün, 9 Ekim 2016
20 Eylül tarihli New York Times gazetesinin dünya haberleri bölümünü açanlar aynı sayfada 3 farklı ülkeyle ilgili, aralarında ilk bakışta fark edilmese de ortak payda bulunan 3 farklı haber okudular. En tepedeki haber Rus lider Putin’in partisinin genel seçimden bir kez daha zaferle çıkması hakkındaydı. Altında Hindistan’ın sağcı Başbakanı Narendra Modi’nin popülerliğinin güçlü biçimde devam ettiğini ortaya koyan kamuoyu araştırması hakkındaki haber. En altta ise Alman Başbakanı Merkel’in, partisinin Berlin eyalet seçimlerinde uğradığı ağır yenilginin sebebinin, hükümetin geçen yıl birkaç yüz bin yabancı göçmeni ülkeye kabul etme kararına yönelik seçmen tepkisinden kaynaklandığını kabul ettiğine dair haber…
Peki neydi birbirleriyle alakasız gibi görünen bu üç haberin ortak paydası?
Rus seçimleriyle ilgili haberde şu ayrıntılar dikkat çekiyordu: Putin’in kalesi durumundaki taşra bölgelerinde oy kullanma oranı yüksekti. Seçimi kazanan Birleşik Rusya Partisi ile Putin arasındaki bağıntı, gene aynı partinin zafer kazandığı 2011 seçimine göre bu sefer çok daha güçlüydü. Ekonomi pek iyi gitmese de halk tercihini statükodan yana kullanmıştı. Zaten Putin de yaptığı açıklamada “Rusya’yı istikrarsızlaştırmaya yönelik tüm iç ve dış girişimlere rağmen halk istikrarı seçti” diyordu. Otoriter Rus liderin bir kez daha başarısızlığa uğrayan liberal muhalifleri ise neredeyse tüm TV kanallarına hükmeden iktidarın maddi kaynaklarıyla rekabet edememekten şikâyetçiydi.
Hindistan’la ilgili haberde ise, Hindu milliyetçisi ve sağcı iktidar partisinin başbakanı Modi hakkında halkın yüzde 81’inin olumlu görüş belirttiğinden söz edilmekteydi. Ekonomide bazı sorunlar vardı ama yüzde 7’yi aşan yıllık büyüme oranından seçmen memnundu. Modi ayrıca sık sık canlı yayınla halka hitap ediyordu. Bir gözlemcinin de belirttiği gibi “Hintliler doğrudan kendilerine konuşan ve sık sık konuşan bir lidere sahip”ti ve bu da Mori’nin popülaritesine katkıda bulunuyordu. Öte yandan laiklik yanlısı merkez sol Kongre Partisi taraftarları ile Mori’nin partisinin taraftarları arasındaki kutuplaşma artmaktaydı. Ülkede fanatik dincilerin, Hinduizm’de kutsal sayılan inekleri korumak adına gerçekleştirdikleri kimi saldırılar hakkında sessiz kalmakla eleştiriliyordu Mori. Geçen sene inek kestiği iddiasıyla bir Müslüman öldürülmüştü. Hindistan’ın en aşağı kastının mensupları da saldırıya uğruyordu. Entelektüelleri kaygılandıran, ülke genelinde “toleranssızlıktaki artış”, sıradan halkın ise pek umurunda değildi.
Gelelim Almanya’ya. Alman seçmeninin tepkisi göçmenlerin sayısındaki artışaydı. Merkel’in partisi CDU, liderinin memleketi olan Mecklenburg eyaletinin ardından Berlin’de de seçimleri kaybetmişti. Almanya gerçekten de, diğer AB ülkeleriyle karşılaştırıldığında görece yüksek sayıda Suriyeli mülteciyi kabul etmişti. CDU’nun aleyhine yükselişte olan aktör; sağ popülist, AB karşıtı ve yabancı düşmanı çizgisiyle seçmenden ilgi gören AfD adlı partiydi. Merkel, yenilgisinin sebebinin kitlesel mülteci göçüne yönelik tepki oyları olduğunu kabul ediyordu. Almanya’da AfD’nin yükselişi; Fransa, Hollanda, Avusturya gibi ülkelerde yükselmekte olan yabancı düşmanı milliyetçilikle ve İngiltere’nin referandum sonucu AB’den ayrılma kararı almasıyla aynı dizgede değerlendirilmekteydi: Göçmen sorunu.
Yeni bir siyasal-sosyal yapılanma
Türkiye de dâhil olmak üzere dünyanın önemli bir kısmında şu unsurların bazılarının veya çoğunun bir araya geldiği yeni bir siyasal-sosyal yapılanma beliriyor: Milliyetçi, dinsel ya da mezhepsel tutuculuk ve fanatizmde artış; otoriterleşme; klasik kurumlar, kurallar ve siyasi aktörlerin aşınması; yabancı düşmanlığı; içe kapanmacılık; azınlık kimliklerinin baskılanması; popülist demagoji, yalan ve komplo teorilerinin ana akım siyasette geçer akçe olması.
Ortak paydası düzenli ve iyi kötü adil seçimlerin düzenlenmesi olan çok sayıda siyasal rejime kuşbakışı bakıldığında böyle “bütünlüklü” bir manzara ortaya çıkıyor. “Demokrasiler” garip bir yere doğru gidiyor.
Bu yeni dönemde demagoji, yalan ve komplo teorileri Batı siyasetinde hiç olmadığı kadar belirleyici. Seçim yenilgisini değerlendiren Merkel, “olgular-sonrası (post-facts) bir dünyanın yükselişinden” söz ediyor: “İnsanlar olgularla muhakkak ilgilenmiyorlar, yalnızca duygularını takip ediyorlar”. Alman Başbakanı The Economist dergisinin 10 Eylül sayısının kapak dosyasını okumuş gibi: “Sosyal medya çağında gerçeklik-sonrası (post-truth) siyaset”.
Dergi, yalanın siyasette tarih boyunca bir yerinin olduğunu, ancak günümüzde şirazesinden çıktığını tespit ediyor. Economist’e göre ABD’de Trump’un başkanlık kampanyası ve İngiltere’de referandum kampanyasında dolaşıma sokulan yalan ve demagoji örneklerinin gördüğü teveccüh, gerçeklik-sonrası siyasetin temel özelliğini ortaya koyuyor: Kitlelere doğruymuş hissi veren, ancak hiçbir olgusal temeli olmayan iddiaların siyasal arenanın ana argümanları haline gelmesi.
Economist’in bu bağlamda verdiği örneklerin bazıları Türkiye’yi de yakından ilgilendiriyor: Trump’un Obama’yı IŞİD’i kurmakla suçlaması. Gezi ayaklanmasının ardında İstanbul’a yeni bir havaalanı yapılmasını istemeyen Lufthansa’nın bulunduğu iddiası. Türkiye’nin AB’ye üye olacağı ve bunun üzerine Türk göçmenlerin akın akın AB’yi istila edeceği yalanının etkili olması sonucu İngiliz seçmeninin referandumda AB’den ayrılma kararı alması vb.
Hiçbir kanıtı ve elle tutulur bir temeli olmasa da muhataplarında “doğru bu” duygusu uyandırmayı hedefleyen gerçeklik-sonrası dönem argümanlarına bizler de uzun zamandır maruz kalıyoruz: AKP-Cemaat savaşı başlayınca ortaya saçılan tapeler montajdı. Amerika’yı Müslümanlar keşfetti. Batı Türkiye’yi baraj, köprü ve metro inşaatlarından dolayı kıskanıyor. Lozan Antlaşması bir yenilgiydi, Ege adalarını kaybettik…
İşin kötüsü sosyal medya da bu gerçeklik-sonrası siyaset ortamını güçlendiriyor. Economist’in de belirttiği gibi insanlar sosyal medyada kendileri gibi düşünenleri takip ediyorlar, kendileri gibi düşünenlerle kümeleşiyorlar. Facebook’un algoritması, kullanıcıların haber akışına daha önce beğendikleri türden paylaşımları düşürüyor, böylece insanlar kendi siyasi görüşlerini pekiştiren metinlerle daha çok karşılaşıyor. Indiana Üniversitesi’nden bir grup, yaptıkları araştırmada doğru haberlerin de yalan haberlerin de Facebook’ta hemen hemen aynı sıklıkta paylaşıldığını ortaya koyuyor.
1930’lardaki gibi…
Özellikle Batı aleminde yer yer faşizm ve ırkçılıkla da flört eden popülist-muhafazakar-otoriter sağın yükselişi, iktisadi arka planı bakımından 1930’ların yükselen faşist hareketlerini anımsatıyor. 2. Dünya Savaşı arefesinde Avrupa’da İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda ve İskandinav ülkeleri dışında demokratik devlet kalmamıştı.
Kapitalizmin gelişimi ve belli bir aşamadan sonra da sanayi sermayesinin egemen hale gelmesi, İngiltere ve Fransa gibi ülkelerde yüzyıllar boyu piyasa koşullarında serbestçe alınıp satılmaktan korunan emek ve toprak faktörlerini 19. Yüzyıl’da meta haline getirdi. Finans sermayesinin başat hale geldiği ve sömürgeciliğin alıp yürüdüğü koşullarda da emeğin ve toprağın metalaşması devam etti. Bu gelişmelerin Batı toplumlarında sarsıcı etkileri oldu. Gelir ve servet dağılımında muazzam eşitsizlikler meydana geldi.
Almanya, Fransa ve İngiltere’de özel sermayenin toplam değeri 1910’da milli gelirin 6 ila 7 katı, 1930’da ise 3 ila 5 katı seviyesindeydi. Benzer bir şekilde ABD’de nüfusun en zengin yüzde 10’luk dilimi 1910-1940 arasında milli gelirin yüzde 40 ila 50’sini alıyordu.
Serbest piyasanın yıkıcı etkileri
Karl Polanyi’ye göre kanunlar veya geleneksel kurallarla düzenlenen piyasa olgusundan “kendi kurallarına göre işleyen” piyasaya geçiş “19. Yüzyıl Uygarlığı”nın temel özelliğiydi. Kendi kurallarına göre işleyen piyasa, bağımsızlaşmış piyasaydı. Geçmişte belirlenen iken artık belirleyen olmuştu. Polanyi’ye göre 19. Yüzyıl Uygarlığı’ndan önce “ekonomik düzen yalnızca sosyal düzenin bir fonksiyonuydu ve onun içine yerleşmişti”. Piyasanın tüm dünyaya yayılması, emek ve toprağı metalaştırması ise beraberinde büyük toplumsal eşitsizlikleri getirdi.
Bu toplumsal eşitsizliklerin iki dünya savaşına ve bu ikisinin arasında da faşizmin yükselişine yol açması Polanyi’nin deyişiyle 19. Yüzyıl Uygarlığı’nın çöktüğü manasına geliyordu. Faşizmin yükselişi Polanyi’ye göre aslında toplumun piyasa sistemine karşı kendini yok oluştan koruma çabasıydı. Piyasa sisteminin yıkıcılığına Avrupa toplumlarının iki savaş arasında verdiği bu yanıt akılsızca ve gaddarcaydı, fakat öyle olması söz konusu yanıtın özünde kendini koruma güdüsü olduğu gerçeğini değiştirmiyordu.
Günümüzde Türkiye de dâhil olmak üzere dünyanın pek çok yerinde gerici siyasetlerin çeşitli versiyonlarının yükselişini de 21. Yüzyıl koşullarında toplumların kendilerini akılsızca bir koruma çabası olarak yorumlamak yanlış olmasa gerek. Sanıyorum ki bu gerçeklik-sonrası siyasal ortamda her tekil palavrayı çürütmekle uğraşmak (Gezi’nin arkasında Lufthansa’nın olmadığını, Lozan’ın da hezimet olmadığını kanıtlamak gibi) bize fazla mesafe aldırmayacak. Çünkü 1970’lerin sonundan bugüne küreselleşme pek çok toplumu derinden sarstı ve insanlar büyük yalanlar söyleyen sahte peygamberlerin peşine takılmaya fazlasıyla teşneler.
Eşitsizlik yüz yıl önceki gibi
Thomas Piketty günümüzde servet dağılımındaki eşitsizliğin 20. Yüzyıl başındaki kadar kötü olduğunu gösteriyor: İngiltere, Fransa ve Almanya’da 1914 öncesinde özel servetlerin değeri 6-7 yıllık milli gelire karşılık geliyordu. 1945 sonrasında refah devletinin (sosyal devlet) güçlendirilmesi ve kurumsal yeniden-dağıtım mekanizmaları sayesinde bu fark bir nebze kapandı. Ancak “21. Yüzyıl’ın başına geldiğimizde özel servetler 1. Dünya Savaşı’ndaki tepe noktalarına geri dönmüş gibi görünüyorlar” diyor Piketty: “Sermaye/gelir oranı 2000-2010 döneminde hem İngiltere’de hem de Fransa’da 5-6 yıllık milli gelire karşılık gelen bir seviyededir”. Benzer bir şekilde 2000’li yıllarda ABD’deki gelir eşitsizliği 1920’lerdeki kadar kötü durumda.
1988-2008 arasındaki küresel gelir eşitsizliğini inceleyen Branko Milanovic’in bulguları da Piketty’yi destekliyor. Milanovic’e göre neoliberal küreselleşmeden kazanç sağlayanlar dünya nüfusunun en zengin yüzde 5’lik dilimi ve Çin gibi yükselen pazar ülkelerinin işçi sınıflarıdır. Batı ülkelerinin işçi sınıfları ve azgelişmiş ülkelerin yoksulları ise küreselleşmenin kaybedenleridir. Milanovic’in bulgularını aktaran Korkut Boratav, Batı ülkelerinde emekçi sınıflarla burjuvazinin gerici fraksiyonlarının popülist bir zeminde ittifak kurduklarına ve bu ittifakın geleneksel merkez sağ ile merkez solu tehdit ettiğine işaret ediyor. Boratav aşırı sağ partilerin Batı Avrupa’da yükselişini, Polonya ve Macaristan’da iktidara gelişini, İngiltere’nin AB’den çıkmasını ve Trump fenomenini “popülist ittifak”ın örnekleri olarak sıralıyor.
Rosa Luxemburg 1915’te hapisteyken kaleme aldığı bir risalede insanlığın sosyalizm ile barbarlık (uygarlığın sonu) arasında bir tercih yapma noktasına geldiğini yazmıştı. Sanırım yüz yıl sonra yine öyle bir noktaya geldik.