İsim meselesi de sömürüye dahil
Burak Cop
ABC Gazetesi, 19 Eylül 2018
Adının ne olacağı zaten bir siyasi mücadele konusu olan yeni havaalanı, inşaatında çalışan işçilerin katlanılmaz sömürü koşullarına isyanı ve bu isyanın zorbalıkla bastırılması üzerine gitgide katmanlaşan bir tartışmanın odağı oldu.
Mevzu tek başına günümüz Türkiye’sine dair her sorunu içeriyor: Gösterişli inşaat projelerine, emeğin yoğun biçimde sömürülmesine, sermayenin kârı önündeki tüm engellerin kaldırılmasına dayalı sermaye birikim modeli. En basit yasal hakların talep edilmesinden ibaret bir hak mücadelesinin bile hem kaba güç hem de “hukuki” şiddetle bastırılması. Hak mücadelesi verenlerin medya ve sosyal medyada pervasızca karalanması. Emek hareketinin örgütsüzlüğü. Muhalefetin meseleye niteliksel sıçrama yaptıramayan dermansızlığı.
Bu yazı yazılırken eylemcilerden 24’ü hakkında tutuklama kararı verildi. Şu an itibariyle işçilerin başkaldırısı bastırılmış durumda.
****
AKP devri bu son yaşadığımıza benzer çok sayıda cesur fakat emek hareketini güçlendirip yaygınlaştırmak, sermayenin dizginsizliğine son vermek bağlamında başarısız eyleme sahne oldu (En bilinen örnek Tekel direnişidir). İşçi sınıfından AKP’ye giden desteği erozyona uğratmak şöyle dursun, bu mücadelelerin çoğu kendi lokal gündemleri bakımından da başarısızlığa uğradı (Bunun en yakın tarihli örneği de şeker fabrikalarının satılmasına engel olunamamasıdır).
Fakat gene de iktidarın korkusu şiddetli. Son derece basit talepler öne süren işçiler “vatan haini terörist” muamelesi görerek önce gözaltına alınıp sonra da tutuklandı. Türkiye’nin kısa vadede geri dönüşü olmayacak bir yoksullaşma, işsizlik ve hayat pahalılığı sarmalına adım adım girmesinden ötürü iktidar, politikleşebilecek sosyal patlamalardan çekiniyor.
Kısa yoldan söylemek gerekirse iktidar “sokak”tan korkuyor. En ufak bir kıpırdanma kaygı yaratıyor. Yıllardır sessiz sedasız, etrafa hiçbir zararları dokunmadan toplanan Cumartesi Anneleri’nin eylemine engel olmak için tüm İstiklal Caddesi’nin ablukaya alınması da bu korkunun eseri olsa gerek.
Türkiye’de muhalefet -seçim dönemi mitingleri hariç- gösteri ve yürüyüş hakkının gasp edilmesine, yavaş yavaş kaynatılan kurbağa gibi alıştırıldı. Ana akım medyanın havaalanı direnişi benzeri eylemleri objektif biçimde aktarma olanağı ortadan kalktığı için gelişmeler AKP’nin seçmen kitlesine çarpık bir prizmadan süzülerek yansıtılıyor. 90’lı yıllarda olsak iktidarı zor durumda bırakacak pek çok vakada (Katar’dan gelen lüks uçak gibi) durum budur.
Hal böyleyken AKP iktidarının toplumsal/siyasal muhalefetten kaynaklı “akut” bir tehditle karşı karşıya olmadığını tespit etmek gerek. Ancak önümüzdeki haftalar ve aylar daha da çetin geçecek. Korkunun asıl sebebi bu.
****
İşçilerin direnişinin ön plana çıktığı “havaalanı meselemizde” isim tartışması da sürüyor. Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu geçenlerde “İşçilere yapılan uygulama, havaalanının isminin Mustafa Kemal Atatürk olması gerektiğinin en etkili şekilde dile getirilmesine asla engel olmamalıdır” dedi.
Bu cümle, varlığıyla zaten başlı başına bir problem olan havaalanının adının Atatürk konulması karşılığında iktidarın uygulamalarının temize çekilmesinin yolunu açabileceği gerekçesiyle, haklı olarak eleştirildi. Haksızlık etmeyelim, Feyzioğlu’nun 4 maddelik açıklamasında işçilerin güç kullanılarak ezilmesini açıkça kınayan, sosyal hukuk devleti vurgusu içeren cümleler de vardı. Ancak ortaya koyduğu yaklaşım, yeni rejimde Atatürk’ün suretinin korunması karşılığında sömürü düzeni eleştirisinin talileştirilmesi anlamına gelen, politik bir pozisyondu.
Bazı sol aydınların aldığı bir diğer politik pozisyon ise, havaalanının adının Atatürk mü Abdülhamit mi olacağının sahte bir kültürel saflaşmayı ifade ettiği, bu şemayı kıracak “hakiki” saflaşmanın ise işçilerin emek mücadelesiyle oluşacağı görüşüne dayalı.
****
Ben her iki pozisyonu da hatalı buluyorum. Hem teorik hem de pratik sebeplerden ötürü. Pratik açıdan bakıldığında, havaalanının adı Atatürk olsun isteyenler ve işçilere yapılanlara isyan edenler büyük oranda aynı kümede yer almaktadır. Atatürk diyenler AKP’nin İslamcı toplum mühendisliğine karşı çağdaş değerleri, daraltarak söylemek gerekirse laikliği savunuyor. Ve evet maalesef Türkiye’de siyaset genelde semboller üzerinden yapılıyor, dolayısıyla isim tartışması da basbayağı bir siyasi mücadeledir.
Feyzioğlu gibi, sistematik sömürü ve şiddet eleştirisini çağdaşlığın suretine feda etmeye hazır kaç kişi vardır bilinmez. Ancak bunu ister bilinçli yapsınlar ister sezgisel, Atatürk diyenlerle işçilerin ezilmesine itiraz edenlerin devasa bir kesişim kümesi oluşturması “teori”yle de uyumludur.
Korkut Boratav 2015’te katıldığı laiklik konulu bir sempozyumda önemli noktalara dikkat çekmişti. Kültürel Müslümanlık / ideolojik İslam ayrımı yapan Boratav, ilkinin solun gelişmesi önünde bir engel oluşturmadığını, Müslüman işçi ve köylülerin geçen yüzyılda sert sınıf mücadelelerine, bazen de devrimci hareketlere katılabildiğini belirtmişti.
Buna karşılık AKP’nin temsil ettiği ideolojik İslam kültürel Müslümanlığı yok etmeye çalışmakta, beri yanda da Konya, Kayseri, Tuzla tersaneleri gibi örneklerde yahut maden faciasının ardından Soma’da ölenlerin yakınlarının tarikatlar tarafından markaja alınmasında görüldüğü üzere; emekçilerdeki sınıf bilincini dumura uğratmaktadır. Boratav bu yüzden “Laikliğin korunması, sosyalist akımlar açısından öncelik taşımalıdır, ‘Beyaz Türklerin hayat tarzlarını savunma refleksi’ olarak küçümsenmemelidir” der.
****
Sözün özü, Abdülhamit’e karşı Atatürk’ü savunmak sınıf mücadelesinin ön koşuludur. Abdülhamit’in Atatürk’e üstünlük sağladığı koşullarda işçi, hakkı hukuku olan bir işçi bile olamaz. Devlete ve patrona minnet ve itaat etmesi beklenen bir kul olur.