Türkiye’de seçim sisteminin tarihsel evrimi

Burak Cop

Türkiye’de seçim sisteminin tarihsel evrimi

Burak Cop

İkinci Yüzyıl Dergi - Eylül-Ekim 2021

Seçim sistemi siyaset bilimi yazınında kısaca “oyları sandalyelere tercüme etme metodu” olarak tanımlanır. Partiler arasındaki oy dağılımının meclisteki sandalye dağılımına yansıtan en önemli prizma hesaplama formülüdür. Kazananın her şeyi aldığı basit çoğunluk sistemi, iki turlu çoğunluk sistemi, sıralamalı çoğunluk sistemi yahut nispi (orantısal) temsilin bölmeli, kotalı ya da devredilebilir oylu varyantlarından hangisinin kullanıldığı, formül nedir sorusunun yanıtını verir. Çoğunluk sistemi, nispi temsil ve bu ikisinin kombinasyonundan oluşan karma sistem; seçim sistemleri ailesinin üç ana sütunudur. Bu üç sütunun dışında kalan, kendine has sistemler de yok değildir (tek devredilemez oy sistemi gibi). En çok oyu alan adayın, çoğunluğu (%50+1’i) elde etmese de seçildiği tek turlu çoğunluk sistemi ve bazı alt türlerinde ikinci turda çoğunluğu elde edenin seçildiği iki turlu sistemler tek sandalyeli seçim çevrelerinde uygulanır. Tek kişinin seçildiği bu çevreler ülkemizde dar bölge diye biliniyor. Tarihimizde dar bölge usulü hiç uygulanmadı. Ancak diğer ülkelerde dar bölgede uygulanan basit çoğunluk sistemi bizde 1877’den 1957’ye kadar (1957 dahil) geniş seçim çevrelerinde (yani birden fazla milletvekilinin seçildiği çevrelerde) tatbik edildi. Bunun çok partili dönemdeki neticesi meclisteki milletvekili dağılımının son derece adaletsiz olması; 1950’ler boyunca DP’nin oy oranını fazlasıyla aşan oranda mebus çıkartarak mecliste ezici bir güç oluşturmasıdır. 1950’lerin acı tecrübeleri 27 Mayıs ihtilalinin ardından nihayet nispi temsile geçilmesini beraberinde getirdi.

Hesaplama formülü çok önemli olmakla beraber bir seçim sisteminin niteliklerini belirleyen başka unsurlar da vardır. Bunlar genel ve eşit oy hakkının olup olmaması, seçimin tek dereceli mi (doğrudan) yoksa iki dereceli mi (dolaylı) olduğu, seçim çevresinin büyüklüğü (seçilen milletvekili sayısı bakımından), yerel veya ulusal ölçekte bir baraj uygulanıp uygulanmaması ve seçmenin oy verdiği partinin listesine müdahalede bulunup bulunamaması gibi hususlardır. Bir seçim sisteminin nispiliğini/orantısallığını (bir başka deyişle ne kadar adil olduğunu) belirleyen ana etmenin hesaplama formülü mü yoksa seçim çevresi genişliği mi olduğuna dair farklı görüşler mevcuttur.

Bu yazıda Osmanlı dönemindeki Meclis-i Mebusan ve cumhuriyet dönemindeki TBMM seçimlerinde uygulanan sistemlerin gelişimini ele alacağız. Yerel seçimler ve 2014’ten beri düzenlenen cumhurbaşkanı seçimleri yazının kapsamının dışında kalıyor.

Seçim: 181 yıllık miras

Osmanlı parlamenter deneyiminin öncü örnekleri olarak Muhassıllık Meclisleri (1840-42), Memleket Meclisleri (1842-49), Eyalet Meclisleri (1849-64) ve Vilayet İdare Meclisleri (1864’ten itibaren) görülebilir. Bu kurullar Osmanlı idare teşkilatının Tanzimat ile başlayan modernleşmesinin ürünleridir. Kimi Batı ülkelerinde vergi verenlerin kararlarda söz hakkı talep ederek yürüttükleri mücadelenin sonucunda temsil ve parlamento kavramlarının doğmasına benzer bir şekilde, Muhassıllık Meclisleri de taşrada toplanacak vergi miktarının tespit edilmesi ve vergilerin düzenli toplanmasını sağlamak amacıyla oluşturuldu. Her ne kadar vergi gelirlerini arttırma hedefi tutturulamamış ve kısa sürede arkaik ‘iltizam’ sistemine geri dönülmüş olsa da Muhassıllık Meclisleri ile seçim, temsil ve meclis kavramları Osmanlı kamusal yaşamına girmiştir. Öte yandan adı geçen tüm meclislerde seçenler ve seçilenler Osmanlı toplumsal düzeninin üst tabakalarındandır. Halk, az sayıda insanın dahil olduğu temsil sürecinin büyük oranda dışındadır. Genel oy hakkı ve tek dereceli (doğrudan) seçimler hiçbir surette söz konusu değildir.

Aynı kısıtlayıcı yaklaşım 1876 sonunda ilk anayasanın ilan edilmesini takiben düzenlenen parlamento (Meclis-i Mebusan) seçimlerinde de devam etti. Seçimler iki dereceliydi; ilk seçmenler ikinci seçmenleri seçiyor, ikinci seçmenler de verdikleri oylarla mebusları belirliyordu. Seçmen olmanın koşulu mülk sahibi erkek olmaktı. Mebus adaylığı ise aday adaylarının ya doğrudan belediyeye müracaatı ile ya da seçmenler tarafından en az 300 imzalı dilekçeyle aday gösterilmesi sonucu gerçekleşiyordu. Uygulanan sistem, geniş çevrede basit çoğunluk usulüydü. Örneklemek gerekirse; İstanbul’da 40 ikinci seçmen seçilecek, daha sonra bu kişiler 5 Müslüman ve 5 Gayrimüslimin adını yazıp sandığa atacak, neticede en çok oy alan 10 kişi seçilecekti. Henüz siyasi parti kavramının mevcut olmadığı bir dönemde (1877) makul sayılabilecek bu sistem, parti listelerinin yarıştığı bir düzende son derece adaletsiz sonuçlar doğuracaktı. Çoğunlukçu sistem imparatorluktan cumhuriyete devredilecek ve 1961 yılında nispi temsilin kabul edilmesine kadar yürürlükte kalacaktı. Adaletsizlik, seçimde birinci gelen partinin, oy oranını epey aşan bir oranda milletvekili çıkarmasından kaynaklanıyordu. Çok daha adil bir seçenek olan liste usulü nispi temsilin uygulanmamasının temsilde adalet bakımından olumsuz sonuçları daha 2. Meşrutiyet devrinde ortaya çıkmıştı: 1908’de İttihat ve Terakki muhalifi Ahrar Fırkası 281 mebusluktan yalnızca birini kazanırken, 1912’de seçilen 284 mebustan yalnızca 15’i İttihatçılara muhalifti.

Milletvekili sayısındaki değişim

İmparatorluktan cumhuriyete devrolan bir diğer unsur da meclisteki toplam milletvekili sayısının nüfusa oranla değişmesi, genelde de artmasıdır. Meşrutiyet döneminde her 50 bin erkek nüfusa bir mebus düşüyordu. Balkan Savaşı’nda kaybedilen toprak ve nüfus yüzünden 1914’te toplam milletvekili sayısı düştü. Olağanüstü koşullarda yapılan 1920 seçimlerini bir yana bırakacak olursak 1923 seçimleri öncesinde toplam milletvekili sayısı her 20 bin erkek nüfusa bir temsilci olarak belirlendi. 1935 seçimleri öncesinde, kadınlara seçme-seçilme hakkının verilmesine koşut olarak bu sayı her 40 bin yurttaşa bir milletvekili olarak düzenlendi. Böylece TBMM’nin toplam üye sayısı ülkedeki nüfus artışına bağlı olarak her seçimde arttı, 1957 seçimlerinde 610’a ulaştı (Ancak o dönemde bir kişinin iki farklı seçim çevresinden aday olması mümkündü, söz gelimi 1957’de iki yerden seçilen aday sayısı 8 olduğu için meclis 610 yerine 602 kişiyle toplandı). TBMM’nin üye sayısı 1961’den itibaren 600 olarak sabitlendi: 450 Millet Meclisi ve 150 Cumhuriyet Senatosu üyesi. 12 Eylül’den sonra senato kaldırıldı ve toplam milletvekili sayısı 400 olarak belirlendi. 1987 seçimleri öncesinde bu sayı 450’ye çıktı, 1995’te 550’ye yükseldi ve son olarak 2018’de 600 oldu.

Cumhuriyeti ilan edecek meclisin oluştuğu 1923 seçimlerini takip eden 1927, 1931, 1935, 1939 ve 1943 seçimlerine yalnızca CHP katıldı. 1908 seçimlerinde seçmen olabilmenin koşulu vergi mükellefi ve erkek olmaktı, 1923’te seçme ve seçilme hakkından yararlanabilmek için vergi verme zorunluluğu kaldırıldı, böylece belli bir yaşın üzerindeki tüm erkek nüfus seçmen oldu. İki dereceli seçim usulü ise devam etti. 1923’te 72 seçim çevresinden 9’unda seçilecek mebus sayısından daha fazla aday gösterilerek ikinci seçmenlere adaylar arasında tercihte bulunma imkânı tanındı. 1927, 1931, 1935 ve 1939 seçimlerinde CHP seçilecek milletvekili sayısı kadar aday göstermiş, böylece ikinci seçmenlere gerçek anlamda bir tercihte bulunma olanağı tanınmamıştır. Buna karşılık 455 kişinin seçileceği 1943 seçimlerinde 533 aday gösterilerek ikinci seçmenlere tercih yapma olanağı sunulmuştur. İmparatorluk bakiyesi çoğunluk sistemi kullanılmaya devam etmiş, ancak seçimlere tek bir partinin ve o partinin desteklediği bağımsızların katılmasından dolayı sistemin adaletsiz yönü görünürlük kazanmamıştır.

Cumhuriyet tarihindeki ilk çok partili genel seçime sahne olan 1946’da tek dereceli seçim usulüne geçildi. Artık tüm seçmenler doğrudan milletvekili adaylarına (parti listelerine veya bağımsızlara) oy verecekti. 1946 seçimlerine düşen şaibe gölgesi, seçimleri takip eden dönemde CHP-DP ilişkilerini bir süreliğine gerginleştirse de 1950 seçimlerine giden süreçte her iki parti de ılımlı bir tavır benimsedi ve Şubat 1950’de ortaklaşa yeni bir seçim kanunu çıkardılar. Bu kanunla gizli oy-açık sayım zorunlu kılındı, ayrıca seçimlerin yargı denetimi altında yapılması kararlaştırıldı. Öte yandan, bu yöndeki kimi önerilere rağmen ne CHP ne de DP nispi temsil sistemine geçmekten yanaydı. Yürürlükte kalan liste usulü çoğunluk sistemi 1950, 1954 ve (bu ikisine göre daha düşük şiddette olsa da) 1957 seçimlerinde, birinci gelen DP’nin mecliste ezici bir çoğunluk elde etmesine; CHP, CMP ve HP gibi partilere verilen pek çok oyun ise heba olmasına yol açtı.

Nihayet nispi temsil…

27 Mayıs ihtilalinin ardından hazırlanan yeni seçim yasasıyla beraber Türkiye, dönüşü olmayan bir biçimde nispi temsile geçti. Millet Meclisi için nispi temsilin dünyadaki en yaygın varyantlarından olan D’Hondt sistemi tercih edildi. Ülkemizde 1961’den itibaren yapılan tüm genel seçimlerde (1965 hariç) D’Hondt kullanılmıştır. Yeni sisteme bir de çevre barajı eklenmişti; oy adedi bir seçim çevresinde toplam geçerli oyun toplam milletvekili sayısına bölünmesiyle elde edilen sayıyı geçemeyen partiler milletvekili çıkartamıyorlardı. Buna karşılık Cumhuriyet Senatosu seçimleri için eski usul çoğunluk sistemi kabul edilmiş, fakat 1964’te senato için de çevre barajlı D’Hondt getirilmiştir. Çevre barajı, 1983’ten beri yüzde 10 olarak uygulanan ulusal baraja göre çok daha mütevazı ölçüde de olsa sandık aritmetiğine müdahale eden ve büyük partileri kayıran bir uygulamaydı. Yine de 1961’deki milletvekili seçimleri partilerin oy ve sandalye oranları arasındaki farkların küçük olması bakımından son derece adil biçimde sonuçlanmıştı.

1965 seçimleri arefesinde ise tarihimizdeki gelmiş geçmiş en orantısal, en adil sistem olan Milli Bakiye kabul edildi. Her seçim çevresinde toplam oyun toplam sandalyeye bölünmesiyle bir kota tespit ediliyor ve partiler doldurdukları kota kadar milletvekili çıkartıyordu. Bu aşamada dağıtılamayan milletvekillikleri ve hesaba katılamayan oylar (artık oylar) ise ulusal bir havuzda toplanıyordu. Burada ayrıntısına girmeyeceğimiz bir hesaplama sonucu, ilk aşamada dağıtılamayan sandalyeler ikinci aşamada sahiplerini buluyor ve bundan daha ziyade küçük partiler yararlanıyordu. 1965’te AP ve CHP, milletvekillerinin çoğunu ilk aşamada kazandı. Oy oranları yaklaşık yüzde 2 ile yüzde 6 arasında seyreden dört küçük parti ise milletvekillerinin çoğunu ikinci aşamada çıkardılar. Oyların yüzde 2,2’sini elde eden CKMP’nin meclisteki sandalyelerin yüzde 2,5’ini, oyların yüzde 3’ünü alan TİP’in ise sandalyelerin yüzde 3,3’ünü kazanması sistemin ne kadar adilane işlediğinin göstergesidir. Milli Bakiye 1966 senato seçimlerinde de uygulandı.

D’Hondt sistemi, özellikle de çevre barajı takviyesiyle, seçimde yüzde 40-45 civarında oy alan bir partinin, şayet ikinci parti ona yakın oranda oy almadıysa, tek başına iktidara gelmesini büyük ölçüde garanti altına alıyordu. Milli Bakiye, yükselişte olan AP’nin 1965 seçimlerinde tek başına iktidara gelmesini önlemek için kabul edilmişti, ancak oyların yaklaşık yüzde 53’ünü alan AP tek başına iktidara gelmeyi başardı. Bir süre sonra da meclisteki çoğunluğuna dayanarak eski sistemi geri getirdi. TİP bu yasa değişikliğini Anayasa Mahkemesi’ne taşıdı. Mahkeme, Milli Bakiye’nin kaldırılmasını anayasaya aykırı bulmadı, ancak çevre barajını iptal etti. Böylece 12 Eylül darbesine kadar düzenlenen tüm seçimler barajsız D’Hondt sistemiyle yapıldı (senato için de aynı sistem uygulandı).

12 Eylül’ün “istikrar” arayışı

12 Mart ara döneminin ardından Türkiye büyük oranda kırılgan, hatta istikrarsız koalisyon hükümetlerine, bazen de azınlık hükümetlerine sahne oldu. 1977 seçimlerinde CHP oyların yaklaşık yüzde 42’sini almasına rağmen mecliste çoğunluğu sağlayamamıştı. Koalisyonların iç çelişkileri, handikapları ve kurulup bozulmaları sırasındaki pazarlıklar, daha sonra 12 Eylül darbecileri tarafından memleketteki siyasi bunalımla ilişkilendirilecekti. Darbeden önceki 5 ay boyunca meclisin cumhurbaşkanı seçememesi, iki büyük parti olan CHP ve AP’nin bir araya gelmek istememeleri (ki Türkiye’nin adı konulmamış bir iç savaş ortamında bulunduğu, siyasi cinayetlerin olağanlaştığı bir ortamda bu kopukluk şaşırtıcı değildi) 12 Eylül darbecilerinin güdümündeki uzmanlar tarafından daha orantısız bir seçim sistemi tasarlamanın gerekçesi olarak kullanıldı. Küçük, hatta orta boy partilerin temsilinin önü kesilerek birkaç büyük partinin domine edeceği bir meclisin ve seçimde birinci gelen partinin bu mecliste kolaylıkla çoğunluğu sağlamasının siyasal istikrarsızlığı önleyeceği mülahazasıyla pek çok köklü değişiklik yapıldı.

Bunlardan ilki yüzde 10’luk ulusal barajdı. Ek olarak çevre barajı da getirilmişti. Seçim çevreleri küçültülmüş, bir seçim çevresinden en fazla 7 milletvekilinin seçilmesi öngörülmüştü. Milletvekili sayısının 400’e düşürülmesi de matematiksel olarak seçim çevrelerinde bir daralmayı beraberinde getiriyordu. Tüm bu değişiklikler büyük partilerin, daha doğrusu en çok oyu alacak partinin lehineydi. Ek olarak 12 Eylül yönetimi illerin milletvekili sayılarını belirlerken, önce her ile bir milletvekili verip, kalan sandalyelerin il nüfuslarına oranla dağıtılmasını yasalaştırdı. Bunun anlamı, siyaseten muhafazakâr eğilimli olan taşranın, 12 Eylül öncesi “anarşi”nin kaynağı olarak görülen metropoller karşısında kayrılmasıydı. Bu anomali günümüzde de devam etmektedir. 2018 genel seçiminde İstanbul’da milletvekili başına 153 bin kişi düşerken bu sayı Bayburt’ta 80 bindir.

12 Eylül’ün devamı ve uygulayıcısı olan Turgut Özal’ın ANAP’ı, meclis çoğunluğuna dayanarak 1987 seçimleri öncesinde sistemi daha da orantısız hale getirdi. Seçim çevreleri iyice daraltılarak en fazla 6 milletvekili seçecek şekilde düzenlendi. 4, 5 ve 6 milletvekili çıkartan çevrelerde bir milletvekilliği kontenjan adı altında ayrıldı ve en çok oy alan partiye gitmesi kararlaştırıldı. 6 milletvekilinden oluşan seçim çevrelerinde çevre barajı yüzde 20’ye yükseltildi. Tüm bu manipülasyonlar sonuç verdi ve 1987’de ANAP oyların yüzde 36,3’ünü alıp milletvekilliklerinin yüzde 64,9’unu kazandı.

Daha adil bir sisteme doğru

Seçim sistemindeki bu adaletsizlik unsurlarının çoğu 1995 seçimleri öncesinde kâh yasa değişiklikleri kâh Anayasa Mahkemesi kararlarıyla giderildi. Adı konulmamış daraltılmış bölge sisteminden vazgeçildi; üç (bugün dört) büyük il hariç her il bir seçim çevresi oldu. Kontenjan milletvekilliği ve çevre barajı kaldırıldı. 100 kişinin Türkiye Milletvekili olarak seçilmesi değişikliği mahkemece iptal edilerek bu sayı 450’ye eklendi; toplam milletvekili sayısının 550’ye çıkması seçim çevrelerinin genişlemesi, dolayısıyla daha adil sandalye dağılımı anlamına geliyordu. Ancak ne TBMM ne de Anayasa Mahkemesi yüzde 10 barajına dokundu. Meclisteki partilerin, barajın kendilerine yaradığına inanmalarına ek olarak, Kürt partilerinin meclise girmesini engelleme amacının da barajın muhafaza edilmesinde rol oynadığına dair genel bir kanaat vardır.

Seçim sisteminin bu hali almasının akabinde 7 genel seçim yapıldı. Dolayısıyla, on yıllardır tartışılan baraj hariç, sistemin oturmuş olduğunu söylemek mümkün. Yedi seçimin üzerine sekizincisi de (2018) aynı sistemle yapıldı, ancak bir farkla: Artık partilerin resmi olarak ittifaka gitmesi mümkün ve ittifakın toplam oyu barajı geçtiği sürece ittifak bileşenleri de barajı geçmiş sayılıyor. Bir diğer yenilik ise D’Hondt usulüyle sandalye dağıtımının artık iki kademeden oluşması. Önce her ittifakın bir seçim çevresinde kazandığı sandalye sayısı belirleniyor, ardından ittifak-içi D’Hondt hesaplamasıyla bu sandalyeler ortaklar arasında dağıtılıyor. Her ne kadar seçim sistemimiz ana hatlarıyla oturmuş olsa da, 2017’deki tartışmalı referandumla getirilen başkanlık sisteminin oturmamış, daha doğrusu işlemiyor olmasının sonuçlarından biri de seçim sisteminin günümüzde muhalefetten çok Cumhur İttifakı tarafından tartışılıyor olmasıdır. Tarihimiz ise bugünün muhalefet, yarının iktidar partileri için hakkaniyetli bir seçim sisteminin nasıl olması gerektiğine dair zengin bir malzeme sunuyor.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.