Rusya’nın Ukrayna Saldırısına Retrospektif Bir Bakış

Burak Cop

Rusya’nın Ukrayna Saldırısına Retrospektif Bir Bakış

Burak Cop

Siyasal Paradigmalar - 18 Mart 2022

 

Ünlü tarihçi Yuval Noah Harari 6 yıl önce yayınlanan Homo Deus kitabında savaşların sonunun yakın olduğunu müjdelemekteydi. 20. Yüzyıl’ın ikinci yarısından itibaren savaşlar, geçmiş yüzyıllar hatta binyıllara göre seyrekleşmiştir: “Kadim tarım toplumlarında tüm ölümlerin yaklaşık yüzde 15’i insanlar arasındaki şiddetten kaynaklanırken, 20. yüzyılda ölümlerin sadece yüzde 5’inin, 21. yüzyıldaysa küresel çaptaki ölümlerin sadece yüzde 1’inin nedeni şiddetti”. 2012’de 56 milyon insan ölmüş, bunların 620 bini şiddet kurbanı olmuştur. Şiddet kurbanlarının da 500 bini kriminal olaylarda, 120 bini savaşlarda (daha genel bir ifadeyle siyasi nitelikli silahlı çatışmalarda – BC) can vermiştir. Bir yılda savaşta ölen 120 bin kişiye karşılık intihar sonucu 800 bin, şeker hastalığından da 1,5 milyon kişinin hayatını kaybettiğine işaret eden Harari, “Görünen o ki artık şeker, baruttan daha tehlikeli” sonucuna varmaktadır.

Aynı Harari, Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı üzerine de yukarıdaki kadar iddialı bir karşı-sorunsal ortaya attı. Economist dergisindeki yazısında Harari, Ukrayna krizinin (yazı yazıldığında henüz işgal başlamamıştı) insanlığa dair çok temel bir meseleyi gündeme getirdiğini savundu. İnsanlığın bugüne kadarki en büyük siyasal kazanımının savaşın seyrekleşmesi olduğunu belirten İsrailli tarihçi, buradan bir geri dönüş ihtimalinin belirdiğini; güçlü olanın zayıfı avladığı ve devletler arasındaki yegâne caydırıcı unsurun askeri güç olduğu orman kanununun yeniden hâkim olabileceğini ileri sürdü.

Savaşın devletler arası ilişkilerde tamamen ortadan kalkmasa da istisnaileşmesi yüzyıllar süren bir evrim sonucu gerçekleşti. Tabii bunun için büyük bedeller ödendi, kimi zaman geçmişin hatalarından ders alınmadı, bazen de barışı daimî kılma çabaları başarısızlıkla sonuçlandı.

Tüm kısıtlılığına rağmen tarihsel evrime Batı-merkezli bir açıdan bakacağız (bu bir açıdan zorunluluk zira Batı 16. yüzyıldan beri dünyaya egemen, hele ki Rusya’yı da kıyısından Batı’nın parçası sayacaksak bu egemenliğe meydan okuyan yegâne güç olarak Çin görünüyor, o da en fazla yirmi yıldır).

Din ile devletin iç içe geçmesi ve “haklı savaş”

Roma İmparatorluğu’nun Hıristiyanlaşmasını takip eden 1200 yılı aşkın bir süre boyunca devletlerin “haklı” sebepler için birbirlerine karşı güç kullanması meşru görüldü. Haklılık da çoğunlukla feodal değerlere ve dini gerekçelere dayandırıldı. Benzer bir dinsel gerekçelendirme, aralarında Osmanlıların da bulunduğu Müslüman devletler tarafından da kullanılmaktaydı (Dârülharbin fethedilerek Dârülislam haline getirilmesi, yeni topraklar ele geçirmenin gerekçesiydi).

Otuz Yıl Savaşları’na son veren Vestfalya Antlaşması (1648) bir dönüm noktası oldu. Voltaire’in deyimiyle ne kutsal ne Roma ne de imparatorluk olan uçsuz bucaksız Kutsal Roma İmparatorluğu topraklarında, büyük oranda Katolik ve Protestan Germen devletleri arasında cereyan eden mezhep savaşlarını sonlandıran Vestfalya Antlaşması ile devletlerin egemen eşitliği prensibi kabul edildi. Uluslararası sistemin sekülerleşmesi anlamına da gelen bu kilometre taşıyla beraber bir hükümdarın ülkesinde hangi dini/mezhebi hâkim kılacağı meselesi, onun egemenlik hakkının bir parçası sayıldı. “Haklı savaş” kavramı da sonsuza kadar rafa kalktı. Devletlerin egemen ve eşit oldukları bu yeni sistemde kimin haklı bir dava için güce başvurduğu artık tartışılmayacaktı.

Haklı savaş kavramının tedavülden kalkması savaş olgusunu ortadan kaldırmadı. İkinci Dünya Savaşı’nın sona erip Birleşmiş Milletler’in kurulduğu 1945’e kadar askeri güç kullanımı devletlerin egemenlikten doğan hakkı olarak tanımlandı. Uluslararası hukukun, devletlerin hangi koşullarda güce başvurabileceğini düzenleyen (dolayısıyla da güç kullanımını sınırlayan) dalı olan jus ad bellum, çatışma sırasında tarafların uymaları gereken kuralları düzenleyen jus in bello kadar gelişmedi.

Başarısız bir barış çabası: Milletler Cemiyeti

1918’de sona eren Birinci Dünya Savaşı, 1648’de doğan ve 1815’te perçinlenen “güç dengesi” sistemini noktalarken, dünyanın topyekûn bir savaşa sürüklenmesine engel olamayan güç dengesi yerine uluslararası sistemi düzenleyecek bir örgüt olarak, BM’nin de öncüsü olan Milletler Cemiyeti’ni (MC) ortaya çıkardı. MC savaşı ya da daha genel bir ifadeyle güç kullanımını yasaklamadı, ancak sınırlandırmaya çalıştı.

1928’de imzalanan Kellog-Briand Paktı ise (elbette taraf olan devletler için) savaşı tümden yasakladı. Jus ad bellum’un gelişmeye başlaması açısından da önem taşıyan pakt öte yandan ikinci bir dünya savaşının çıkmasına engel olamadı. Küresel kapitalizmin krize girdiği ve faşizmin/otokrasilerin yükseldiği bir konjonktürde MC Japonya, İtalya ve Almanya’nın saldırgan yayılmacılığına karşı etkili yaptırımlar uygulayamadı. Zaten adı geçen ülkeler daha ikinci savaş patlak vermeden önce MC üyeliğinden ayrıldılar, 1939’da Finlandiya’ya saldıran SSCB de MC üyeliğinden ihraç edildi.

1945 sonrası üç büyük değişim

2. Dünya Savaşı’nın sonlandığı 1945 yılı güç kullanımı bakımından gerçek bir dönüm noktası oldu. Elbette 1945 sonrasında da kanlı savaşlar ve iç savaşlar oldu, hatta Holokost’a denk bir soykırım bile meydana geldi (1994’te Ruanda’da). Ama geçmiş yüzyıllardan farklı olarak üç önemli değişim meydana geldi.

Bunlardan ilki insanlığın göreli bir barış iklimine girmesidir. Silahlı kuvvetler kaynaklı ölümler görece (yani dünya nüfusuna oranlandığında) azaldı. Dolayısıyla savaşın yan etkisi niteliğindeki ölümlerde de (yoksullaşma, yetersiz beslenme, açlık, salgın hastalıklar vb.) belirgin bir azalma gerçekleşti. Muazzam ekonomik büyüme ve sağlık alanındaki devrimsel gelişmelerin de etkisiyle dünya nüfusu “patladı” (artık ülkemizde de kullanılan “Boomer” sözcüğü buradan gelmekte olup 1946-64 arasında doğanları tanımlar). Ortalama yaşam süresi önce gelişmiş, ardından gelişmekte olan ülkelerde arttı.

İkinci değişiklik, güç kullanımıyla toprak elde etmenin, yani savaş yoluyla sınırların değişmesinin büyük oranda sona ermesidir. Sınır anlaşmazlıkları, çatışmalar, kalıcı hale gelmiş işgaller, hatta ilhak örnekleri var elbet. Hindistan’ın silah zoruyla Keşmir’in üçte ikisini kontrolüne alması, Fas’ın Batı Sahra’yı ilhakı ve en önemlisi İsrail’in 1967’de işgal ettiği yerleri 55 yıldır elinde tutması, Doğu Kudüs ve Golan tepelerini ilhak etmesi, Batı Şeria’da 1949 Cenevre Konvansiyonlarına aykırı olarak yerleşimler kurmaya devam edip bölgeye yüz binlerce insan taşıması…

Ancak insanlık tarihinde devlet denilen yapılanma ortaya çıktığından beri çok sık olan bir şey 1945’ten beri hemen hemen hiç olmuyor: Silah zoruyla sınırların değişimi. SSCB’nin, Yugoslavya’nın, Çekoslovakya’nın dağılması sonucu bu ülkelerdeki federe devletlerin bağımsızlaşmasını ve üçüncü dünyada sömürgelerin bağımsızlığa kavuşmasını saymazsak 1945’ten beri dünya siyasi haritası pek az değişmiştir, özellikle de Roma İmparatorluğu çöktükten sonraki bin beş yüz küsur yılda meydana gelen değişimlerle karşılaştırıldığında. Yukarıda adı geçen sınır değişimleri de, bazılarında işin içine şiddet hatta yüz binlerce ölüm girse de, askeri bir işgalin yenilen tarafa ve uluslararası sisteme kabul ettirilmesi sonucu toprak ilhakı şeklinde vuku bulmadı.

Az önce istisna olarak örneğini verdiğimiz İsrail’in 55 yıllık işgali ne uluslararası hukuk ne de uluslararası toplum tarafından kabul edilmiştir. ABD’nin bile İsrail’deki büyükelçiliğini Kudüs’e 2017 gibi geç bir tarihte ve Trump gibi “öngörülemez” bir başkanın kararıyla taşıdığını hatırlamak gerek. BM Güvenlik Konseyi’nin, İsrail’in işgal ettiği yerlerden çekilmesini talep eden meşhur 242 sayılı kararı 1990’lar boyunca barış müzakerelerinin zeminini teşkil etti.

İsrail güçlüdür, hukuku ihlal edip istediğini yapabilmektedir, ancak BM Genel Kurulu’nun sayısız kınama kararından tutun da Uluslararası Adalet Divanı’nın Batı Şeria Duvarı’nı hukuka aykırı bulmasına kadar, eylemleri uluslararası hukuk hatta siyaset düzleminde gayrimeşru görülmektedir.

Üçüncü büyük değişiklik artık devletlerin birbirlerine savaş ilan etmemesidir. Soğuk Savaş boyunca birbirleriyle savaşan devletler oldu elbet, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana ise devletler arası savaş iyice marjinalleşirken vekalet savaşları ön plana çıktı. Artık ülkelerin parlamentoları toplanıp birbirlerine savaş ilan etmiyor. Rusya bile son saldırısında Ukrayna’ya savaş ilan etmiş değil.

En büyük tehlike

Bunun ne önemi var, adı konmasa da savaşlar devam ediyor dediğinizi duyar gibi oluyorum. Fakat insanlık tarihinin bütününe baktığımızda, bir devletin kimi siyasi amaçlara ulaşmak için kolaylıkla ve rahatlıkla savaş ilan edebilmesinden bu noktaya gelinmesi bir kazanımdır.

Artık devletlerin birbirlerine savaş ilan etmediği bir dünyada yaşıyor olmamız, savaşların azaldığı ve silah zoruyla sınırların değişmesinin gayrimeşru addedildiği bir evrede bulunmamızla da yakından ilişkili. Rusya’nın Ukrayna’yı istila etmesi tam da bu açıdan büyük bir tehlike barındırıyor.

Batı ile Rusya arasındaki tırmanmanın sıcak çatışmaya kadar uzanabilme, hatta işin içine nükleer silahların girme ihtimali gerçekleşmese bile, Ukrayna’daki işgal ve savaş şimdiden 1945 sonrası kurulan ve yer yer işlemeyen, meşruiyeti zedelenmiş, küresel adaleti tesis edememiş olsa da insanlığa iyi kötü barış getiren düzeni yıkma olasılığını taşıyor.

Meseleye NATO’nun Rusya’yı çevrelemesi üzerinden bakıp ABD’nin 1945 sonrası dünya halklarına yaşattığı acıların dökümünü vererek “NATO Rusya’dan daha büyük bir tehdittir” demeye getirenler, tam da Nazi Almanya’sının, 2. Dünya Savaşı öncesinde ve başında sağa sola saldırırken başvurduğu sudan bahanelerin aynılarını üreten (“o ülkede azınlığımız var ve zaten orası uydurma bir ülke, aslında öyle bir yer olmamalı”), tarihsel olarak Sovyetlerin değil Çarlık Rusya’sının mirasçısı olan Putin rejiminin insanlık için oluşturduğu tehdidi önemsizleştiriyor.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.