Dünya solu otoriterliğe karşı çözüm arıyor

Burak Cop

Dünya solu otoriterliğe karşı çözüm arıyor

Burak Cop

Cumhuriyet, 26 Eylül 2018

 

İngiliz The Guardian gazetesinde 13 Eylül günü iki önemli yazı yayımlandı. Yazılardan biri ABD’de iki yıl önceki başkanlık seçiminin önseçim aşamasında Demokratlar’ın aday adaylarından biri olan ve o aşamayı zorlanmadan geçmesi beklenen Hillary Clinton’ın karşısında beklenmedik bir performans gösteren Bernie Sanders’ın imzasını taşıyordu. Diğeri ise küresel finansal sisteme yönelik eleştirileriyle bilinen, Yunanistan’da bir dönem solcu Syriza hükümetinde ekonomi bakanlığı da yapmış iktisat profesörü Yanis Varufakis’in kaleminden çıkmıştı. Birbirini tamamlayan her iki yazı da aynı meseleyi ele alıyordu: Tüm dünyada yükselişte olan otoriter/faşizan sağa karşı bir “yeni Enternasyonal”in inşası.

ABD’de ezelden beri Cumhuriyetçiler ve Demokratlar tarafından domine edilmiş siyasal alanda iki yıl önce, ABD koşullarına göre son derece keskin solcu görüşleriyle öne çıkan (ve kendisini de “demokratik sosyalist” diye tanımlayan) Sanders, aralarındaki bazı farklılıklara rağmen sağ popülist/otoriter liderlerin önemli ortak paydaları olduğuna dikkat çekiyor. Hatta bunlar ortak bir cephe oluşturuyorlar. Yönettikleri halkların korku, önyargı ve şikâyetlerini istismar ederek iktidarlarını sağlamlaştıran Trump, Putin, Jinping, Orban gibi liderler esasen oligarşik sermaye çevrelerinin çıkarlarının temsilcisinden başka bir şey değiller. Demokrasi düşmanlığı, özgür medya karşıtlığı ve azınlıklara karşı hoşgörüsüzlük gibi zeminlerde buluşan bu siyasetçiler yakın ilişki içindeler, aynı taktiklere başvuruyorlar, hatta kimi örneklerde aynı mali destekçilerden besleniyorlar.

Bernie Sanders sağ otoriter siyasetin yükselişini tüm dünyada sosyo-ekonomik eşitsizliklerin artmasıyla açıklıyor. Dünya nüfusunun en zengin %1’lik dilimi kalan %99’dan daha fazla zenginliğe sahip. Alttaki %70’lik dilim küresel refahın %3’üne bile sahip değil. Çokuluslu şirketler toplam 21 trilyon dolarlık bir meblağı “off-shore” bankalarda tutarak vergiden kaçırıyor, hükümetlerden ise emekçi halk kesimlerine yönelik kemer sıkma politikaları uygulamalarını talep ediyor. Sanders’a göre bu küresel düzene karşı mücadele de küresel düzlemde olmalı ve bir “uluslararası ilerici cephe” kurulmalıdır. Ancak çare, geçen on yıllardaki, başarısızlığa uğramış statükoya dönüş de olmamalıdır.

Aynı gün ve aynı minvaldeki yazısında Varufakis de yıllarca piyasa egemenliğini savunarak eşitsizlikleri artıran politikalar güden ve halkların popülist/ faşizan demagoglara rağbet etmesine yol açan “küreselleşmeci müesses nizam ile taktiksel bir ittifakın söz konusu olamayacağını” belirtiyor. Ona göre “Tony Blair, Hillary Clinton, Kıta Avrupası’nın sosyal demokrat müesses nizamı da, mali bağlarıyla, yozlaşmakta olan finansallaşmış kapitalizm ve ona eşlik eden ideolojiyle uzlaşmış durumda”. 2008 ekonomik krizinin 1929 kriziyle eşdeğer olduğunu savunan Varufakis, otoriter sağ hükümetlerin de aynen 1930’larda olduğu gibi bir “Milliyetçi Enternasyonal” oluşturduğunu tespit ediyor.

Yunan iktisatçıya göre ilericiler, halkların huzursuzluğunun ve mutsuzluğunun nedenini doğru saptamalı: Küresel oligarşinin emekçi sınıflara karşı yürüttüğü sınıf savaşı. Buna karşı “İlerici Enternasyonal”, sermaye hareketlerine sınırlamalar getiren yeni bir uluslararası sistem önermeli. Amaç ücretlerde, ticarette ve finansta küresel bir dengenin sağlanması, böylece göç ve işsizliğin azalması olmalı. İlerici Enternasyonal’in potansiyel aktörleri olarak Bernie Sanders’ı, Avrupa’da Demokrasi Hareketi’ni (DiEM25), Türkiye’de sosyal medyada lüks uçağa binmeyi reddedip tarifeli uçağı tercih etmesiyle gündem olan Meksika’nın yeni seçilen devlet başkanını, Hindistan ve Güney Afrika’daki kimi siyasal hareketleri ve İngiltere İşçi Partisi’nin lideri Jeremy Corbyn’i sayıyor Varufakis.
Corbyn meselesi önemli. 2015’te ana muhalefetteki İşçi Partisi’nin başına geçen Corbyn, partinin sol kanadında yer alan emektar bir politikacı. Özellikle de Tony Blair döneminde piyasa odaklı politikaları benimseyen İşçi Partisi’nin başına sosyalizan görüşlere sahip birinin geçmesi, küresel kapitalizmin başlıca metropol ülkelerinden biri olan İngiltere’de sermaye çevrelerini ve egemen siyasal aktörleri ayağa kaldırdı. Corbyn, partisinin Blair dönemi ve sonrasındaki çizgisine sadık milletvekillerinin (yani meclis grubunun çoğunluğunun), sermayenin kontrolündeki medyanın ve Filistin yanlısı görüşlerinden ötürü de İsrail lobisinin saldırılarına maruz kaldı. 2017 seçimlerinde İşçi Partisi’nin oy oranını ve milletvekili sayısını artırması ise bir yandan Corbyn’e gelecek seçimde başbakanlığın yolunu açarken diğer yandan İngiliz müesses nizamının ona çok daha yoğun biçimde (ve biraz da panikle) yüklenmesini beraberinde getirdi.

ABD’nin başına Trump gibi birinin geçmesi tüm dünyada otoriter popülist siyasetin yükselişi bakımından önemli bir eşiği ifade ediyorsa, Corbyn gibi birinin İngiltere’de başa geçmesi de bir karşı-dalganın doğuşu açısından umut verici olabilir. İşçi Partisi’nin sermaye çevreleriyle uzlaşması ve soldan merkeze doğru kayması ihtimali elbette ki bu alternatifin ölü doğumu anlamına gelecektir.

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.